Bağlı Mısın Bağımlı Mı?
Öncelikle aşağıdaki yazılanların bir genelleme olmadığını;
okunularak
biriktirilen,
gözlem ve tecrübelere dayanan şahsi çıkarımlar olduğunu belirtmek istiyorum. Biz
hikâyelere hep esas oğlanın, esas kızın gözünden bakarız; diğer karakterlerin kendi
hikâyelerini hiç irdelemeyiz. Hiç Pamuk Prenses’teki kötü cadının psikolojik
sorunlarına, onun çocukluğunda neler yaşadığına kafa yoran oldu mu aranızda?
Mesela ben, Tom ve Jerry hikâyelerinde hep Tom’a üzülmüşümdür, o sonuçta kendi genlerinde
yazılı bir prosedürü uygulamaya çalışıyor yalnızca. Burada sizlere bir
Pamuk Prenses hikâyesi aktarmayacağım tabi, söylemek istediğim
hikayelere baktığınız her yönden farklı bir hikaye, belki diğeri ile isimler dışında hiç
ilişkisi olmayan bambaşka bir hikâye ile karşılaşırsınız. Benim aktardıklarım
da yalnızca benim bakış açım…Aslında aşk masalları, hep aynı şekilde başlar; Baharın ilk öpücükleri değdi mi narin kirpiklerine, tüm çim, çiçek, börtü, böceğin uyanıverdiği, konuştu mu kiraz dudaklarından tane tane mutluluk dökülen, yüreği de tıpkı beli gibi incecik güzeller güzeli bir kız. Bir gün hiç beklemediği bir anda karşısına, genç bir adam çıkıverir. Şiirler okur güzel kıza, ay ışığında şarkılar söyler. Sevdalanırlar ve hiç bir kötülük düşünmeden, başlarlar rüyalarda, masallarda yaşamaya... O kadar, o kadar severler ki birbirlerini, nihayetsiz bir mutluluk için and içerler, rehin verirler yüreklerini birbirlerine; sonsuz saadeti yakalama uğruna.
Aşkların giriş kısmına baktığımızda masallar ile reel hayat pek farklı değildir aslında. Sadece esas oğlan ile esas kızı betimleyen sıfatlar ayrışır belki. Birde partnerlerin ilanı aşk şekilleri. Ama gerçek hayatta (?asla) masallardaki gibi bitmez aşklar.
VE SONSUZA KADAR MESUT YAŞADILAR…
İnsanlar umumiyetle
zayıf olduğu dönemlerde aşık olurlar; yeni bitmiş bir aşk, bir gençlik
bunalımı, mutsuz bir evlilik, aldatılma ertesi, bir yakınını kaybetme veya o an
adını koyamadığınız bir buhran yada hoşlandığınız ama ulaşmanın zor
olduğuna inandığınız (maddi/manevi) biri nedeniyle kendinizde duyduğunuz ancak
adlandıramadığınız güçsüzlük hissi. Bilimsel araştırmalar aşkın, beyinde
muhakeme ve yargılama yapan bölümleri etkisiz hale getirdiği, beyindeki
kimyasallardan serotonin seviyesinin, aşık olanlarda saplantılı -obsesif kompülsif
bozukluğu bulunan- kişilerinki ile aynı seviyede bulunduğunu tespit etmiştir.
Yani aşk aslında bir hastalıktır demek çok yanlış bir betimleme olmaz bu anlamda,
hastalıktır evet; ama yaşanılası bir hastalık.
Problem aşık
olmakta değil sonucuna hazırlıklı olmaktadır aslında; şu ana kadar yazılanlarda kilit
ifade şu sanırım: “…..rehin verirler yüreklerini….”. Çünkü aşk, (?hiçbir
zaman) sonsuz olamaz; ilişkileri bu kadar monoton yaşadığımız, sevdiğimiz her şeyi
fasılasız birlikte yaşayıp birbirimizi, ilişkimizi bu denli hızlı tükettiğimiz
sürece. Yine bilimsel araştırmalar gösteriyor ki; aşkın süresini, sinir
büyüme faktörü (NGF) biçiyor. Ellerin terlemesine ve heyecanın yükselmesine de
neden olan NGF değeri tutkulu aşkın ilk zamanlarında yükseliyor fakat insanın
doğası itibarıyla bu tutkuyu sürdüremediği ortaya çıkıyor ve arzunun şiddetiyle
doğru orantılı artan NGF değeri en fazla 3 yıl sonra azalıyor. (Prof.
Dr. Semir Zeki, Londra Üniversitesi) Yani “sonsuza kadar mutlu, mesut yaşadılar” ya
imkansız, ya da bunun müsebbibi aşk değil.
Evet, reel hayatta
aşklar bitiyor, ancak evlilikler, ilişkiler devam ediyor. Asıl sorun nasıl devam ettiği. Taraflar ya mutsuz oluyor ve bunun teşhisini zamanında koyarak,
hayatlarında radikal bir başkalaşım ile ayrı ayrı ya da birlikte olmak
üzere yeni bir reçete uygulamaya geçiyorlar, ya ilişkilerini tüketmeyip,
ilişkilerinde adrenalini mümkün olduğunca zirve de tutuyorlar (ki bu sınıfta yer alanlar
özellikle ülkemizde istatistiksel olarak göz ardı edilebilecek kadar
az sayıda), ya da taraflardan güçlü olanının baskısında bir ilişki altında
ezilen tarafın “eğer mutlu olmak istiyorsam öncelikle karşımdakini mutlu
etmeliyim” çabaları altında devam eden, -felaketlere gebe- bir rehin süreci
yaşanmaya devam ediyor. Burada kullanılan güçlü kavramı yanlış anlaşılmasın,
burada bahsedilen fiziksel güç değildir. Aslında burada bahsedilen,
ilişkinin bittiğinin farkında olan ve ilişkiyi kendi kafasında bitirip kendi
hayatını yaşayan/yaşamaya çalışan/yaşamak isteyen, partnerini ise yenemediği
mazeretler nedeniyle bırakamayan, evli ise sadece evlilik cüzdanında bir isim olarak
taşıyan taraftır.
Yaşanan bu rehin
süreci ve haksız da olsa güce teslim olma eğilimi, taraflardan güçsüz olanında bir
çeşit Stockhlom Sendromu oluşumuna sebep olur. İnsanların mevcut konumlarını
korumak istemesi, ya da sorumluluk almamak için konformist olmayı seçmesi
(daha doğrusu bir seçim yapmaktan kaçınması) sonucu ilişkiler bir avcı-kurban
ilişkisine, köle-efendi diyalektiğine dönüşmeye başlar. (Hegel'e göre güçlerin eşit
olmadığı her ilişki efendi köle ilişkisine döner.) Kurban önce dış dünyadan
tamamen soyutlanır ve dolayısıyla ihtiyaçları için baskı yapan tarafa bağımlı
olduğunu hissetmeye başlar. Baskıcının yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde
büyür, zamanla kurban kendisini, baskıcının yerine koyup olayları onun
gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban tarafından
baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan
tehlikede reddedilir. Kurban tek olumlu ilişkisinin baskıcı ile arasında olan
olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla
kurbanın baskıcıdan ayrılması gitgide zorlaşır. Biz benzeri durumlarla Türk
Filmleri vasıtasıyla birçok kez karşılaştık zaten. Filmlerimizde bir şekilde kız,
onu rehin alan, dağa kaldıran adama aşık olmaz mı? Bizim senarist ve
yönetmenlerimiz Stockholm Sendromunu 23 Ağustos 1973 günü Jan Erik Olsson’un
Stockholm’un Normalmstorg semtinde bir banka şubesine girerek 3 banka memuresini rehin
almasının ardından gelişen olaylarla bilim dünyasına kazandırılmadan
önce de biliyorlarmış aslında.
Bu sendrom sadece
rehin alma durumlarında gerçekleşmez: Şartların eşit olmadığı –bir tarafın
bağımlı olduğu-, baskı uygulayan bir kişinin bulunduğu, hayatta kalma içgüdüsünün
ağır bastığı durumlarda da ortaya çıkabilir. İncelendiğinde hemen her uzun ilişkide
görülen bir olgudur. İlişki uzun ve derinse, evliliğe gidiyorsa, ya da
zaten evlilikse taraflar ilişkiye kafaları rahat devam etmek isterler.
Başlangıçta karşısındakinin yanlışlarını görürler, bu yanlışlara ilk aşamada muhtemelen
protest bir tepki ile cevap verirler ama baskıcı tarafın püskürtmesi ile
geri çekilmek zorunda kalırlar. İkinci aşamada yanlışları partnerine ifade
etmeden, bir kenara yaza yaza biriktirir ve ancak -tabiri caizse- bıçak
kemiğe dayandığında ifade eder ve -yine tabiri caizse- ağzının payını alırlar,
çünkü istediklerini, beklediklerini yine elde edemezler. Ancak bilinçaltı şunu
öğrenir; “bu farkındalık ilişkiye zarar vermektedir”. Sonuçta konformist olmayı
seçerek karşısındakine karşı bir empati geliştirir ve kendini onun yerine koymaya
başlarlar, baskıcı taraf sanki hiç yanlış yapmıyormuş gibi bir mekanizmaya
kendini inandırıp, "boyun eğmeye", "alttan almaya" başlarlar. Bir sonraki aşamada
ise “artık suçlu o değil, kendisidir”.
Evet arkadaşlar,
bunlar benim çıkarımlarım. Galiba hala koyunlardan çok da farklı hareket
etmiyoruz ve galiba davranış itibariyle beynimizin geçirdiği evrim o derece az
ki hala primatın alt beyninin verebileceği tepkileri veriyoruz. İlginç
olan şey, bu evlilikler, bu ilişkiler diğerlerinden daha uzun sürmektedir.
Aslında burada hastalıkmış gibi anlatılan bu sendrom belki beynin bir savunma
mekanizması belki de patolojik bir duruma düşen ilişkiye uyguladığı bir reçetedir.
Konunun başında da değindiğim gibi hikayeye nereden baktığınıza bağlı. Her ne kadar
yazıda bu sendrom bir hastalıkmış bakış açısıyla anlatılsa da, belki bu
sendromu yaşayan kişiler makalede anlatıldığı kadar rahatsız değil bundan. Aksine belki de mutlu. Ve ilişkinin devamı için kendini adapte etmiş -Susan SARANDON’un
Gönüllü Rehine (Earthly Possessions) filmindeki gibi- rolüne. Galiba çok ta
farkında olmamak, belki de dünyanın dönüşüne çok ta müdahale etmemek lazım.
Yukarıda araştırmasından bahsedilen Prof. Dr. Semir Zeki’nin dediği gibi;
“Aşk
bir hastalık ama tedavi etmeye gerek yok. Hayatınız boyu devam
etmesini
istediğiniz bir hastalık. Arzu edilen bir felaket”.
Yorumlar
Yorum Gönder